Yok neymiş efendim, Erke Kesova niye Hollywood filmlerini sevmiyomuş da mış da muş da. Kimileriniz niyeyse yıllardır çok laf ettiniz. Alın dostlar size bir Hollywood makalesi, pek de uzunca...
Makaleye ulaşmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz
Yok neymiş efendim, Erke Kesova niye Hollywood filmlerini sevmiyomuş da mış da muş da. Kimileriniz niyeyse yıllardır çok laf ettiniz. Alın dostlar size bir Hollywood makalesi, pek de uzunca...
Makaleye ulaşmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz
8-10 Aralık'ta Ankara CerModern'de gerçekleşen etkinlikte ben de Andre Gide'in Erken Anlatı (Mise En Abyme) Kavramının Sinemadaki Olanakları Açısından Bergman Adası'nı Değerlendirmek adlı çalışmamı sundum.
Son filmi Hayat, bazı fazla uzun sahneleri ve dolayısıyla uzun süresi olmasa yönetmenin başyapıtı diyebileceğimiz bir bütünlüğe sahip.
2007 senesinde ilk kez bir Demirkubuz filmi izlemiş ve ilginç bulmuştum. Bir festival kapsamında sinemada izlediğim bu film yönetmenin son filmi Kader'di. Bunun üzerine en iyi filmi olarak addedilen Masumiyeti de bir dvd dükkanından satın almış izlemiştim. Yönetmenin dünyası ilgimi çekmişti bir kere, ardından İtiraf, sonra kızının da ismi olan Yazgı (en iyi filmi olduğunu düşünüyordu) ardından en sevdiklerimden Bekleme Odası sonra ilk filmi C Blok derken tesadüf bu ya o dönem okuduğum Dostoyevski'nin Ev Sahibesi novellasını andırdığını düşündüğüm Üçüncü Sayfa... Her gün dvd satıcısına uğrayan ben bir Demirkubuz filmi alıp izliyordum. Demirkubuz'un tüm filmlerini bir haftada tüketmiş kafamda birkaç filmini izlediğim Nuri Bilge Ceylan ile kıyaslamaya başlamıştım. O dönemler Ceylan'a kıyasla edebiyatla bağı daha güçlü ve daha iyi senaryolar yazdığını düşündüğüm Demirkubuz bir roman uyarlaması olan Kıskanmak, Yeraltı sonra Bulantı gibi filmleriyle sinemasında bir düşüş yaşadı. Kimileri Yeraltı'nın da iyi bir film olduğunu söylese de ben pek o kanaatte değildim -ki blogta kısa bir festival yazısı da mevcuttur. Nitekim yönetmen 7 yıllık bir suskunluğun ardından Hayat ile en iyi filmlerinden birine imza atıyor. Hicran adlı bir kız, yaşıtı sayılabilecek Rıza ile 2 kez görüştü(rüldü)kten sonra İstanbul'a kaçar. Yani temiz yüzlü, işinde gücündeki Rıza'yı beğenmez, bu görücü usulü evlilik ona göre değildir ama böyle bir evliliktense İstanbul'da hayat kadınlığı daha mı caziptir? Bir süre sonra Rıza perişan ! onu aramaya koyulur... Filmin ilk yarısı Rıza'nın ikinci yarısı ise Hicran'ın hikayesi aslında ve pek çok karakter var filme dahil olan. Film büyük ölçüde gündelik dilde ve çok zaman etkileyici diyaloglardan meydana geliyor, gerçekten ilginç diyaloglar var filmde, ülkemizin hal-i pür-melalini ortaya koyan. Daha önemlisi Hayat, ülkemizin kadınlarına ilişkin de önemli gözlemler ve çözümlemeler içeren bir film, belki ilk başta Demirkubuz'un kadın düşmanlığı yaptığını düşünenler de olacaktır ama yönetmenin kıvrak senaryosu ve olgun bakışıyla anlamlı bir fotoğraf çektiğini ve kimseye bir düşmanlık beslemediğini düşünüyorum. Tüm oyuncular çok başarılı, özellikle birkaç sahnede oldukça başarılı bir görüntü yönetmenliği, kendi sinemasının alamet-i farikalarını (açılan kapanan kapı, televizyonda film izleyen insanlar) tazeleyen bakışı da ayrıca değerli ve filmde rüya leitmotivi var ki, gerçekten film bittiğinde bravo ! dedirten cinsten. Hele filmin sonlarına doğru Rıza ve Hicran'ın çay bahçesinde buluştuğu sahne, Rıza'nın tavrı, François Ozon'un, Christian Petzold'un filmlerinde gördüğümüz şıklıkta. Evet Demirkubuz, bazı sahnelerin süresini biraz daha kısa tutsa daha da vurucu bir film olabilirmiş Hayat ama bu haliyle de kesinlikle izlemeye ve üzerine düşünmeye fazlasıyla değer... Evet gençliğimizin Demirkubuz'u geri döndü, hatta belki 60 yaşına varan hayat tecrübesinin katkısıyla ermiş bir seviyede. Kutlu olsun !
Yıldız: * * * *
Geçtiğimiz hafta biri Başka Sinema kapsamında diğeri İstanbul Modern'de iki film izledim. İlki dünya sinemasının yükselen değeri dediğim Ryusuke Hamaguchi'nin Aku Wa Sonzai Shinai (Kötülük Diye Bir Şey Yok) adlı son çalışmasıydı. Viktor Apalaçi'nin aktardığına göre Nuri Bilge Ceylan'ın sıkılıp sonunu getiremeden salondan çıktığı söylenen o film... Yönetmen Drive My Car ile Oscar ödülü de alınca, adeta şerit değiştirmiş, bırakın Oscar'da bir şey almasını (ihtimal dahi yok), Venedik'te aldığı ödüller bile sürpriz olarak değerlendirilebilir. He ! bu filmi kötü mü yapar, asla ama şunu söyleyebiliriz, yönetmenin bugüne kadarki en muğlak hatta ağırbaşlı filmi bu. Güzel mi güzel bir köyde kızıyla yaşayan bir baba-kız hikayesi olarak başlıyor. Kapitalistler durur mu hiç; dağı, ormanı ve geyikleriyle bu güzel köye göz koyuyorlar tabii, bir Glamping tesisini hayata geçirmek istiyorlar ama yerliler tarafından bunun ekolojik dengeyi bozacağı da anlaşılıyor, böyle olunca şirketin iki çalışanı o babaya gidiyorlar ve onu yanlarına çekmek için bekçilik teklif ediyorlar, yetmiyor onlardan biriymiş gibi odun kırmaya falan çalışıyorlar. Bir araçsal aklın hafif eleştirisi olarak yorumlanabilecek film finale doğru biraz ivme kazanıyor ve görece vurucu sayılabilecek şekilde bitiyor. Özellikle yerli yerinde müziklerle mevcut şiirselliği destekleyen yönetmenin daha önceki filmlerini bu blogta yazmıştım ve son yazımda yönetmenin imzası niteliğindeki temasının kadın-erkek ilişkilerinde kadının üstünlüğü olduğunu söylemiştim. Aslında burada da az da olsa, iki şirket çalışanı arasındaki diyalog ya da filmin finalinde yapacağı patinajı belirleyenin yine bir dişi olması boşuna değil. Niye doğa ana diyoruz da doğa baba demiyoruz değil mi, daha ileri gidelim anavatan diyoruz da babavatan niye demiyoruz, devam edelim anadil diyoruz da babadil diyenimiz yok. Özetle Hamaguchi'nin diğer filmleri ölçüsünde olmasa da doğurgan doğaya dolayısıyla dişiye hürmet bu filmde de kendini gösteriyor. Yıldız: * * * Locarno Film Festivali'nde Altın Leopar'ı kazanan Mantagheye Bohrani (Kritik Bölge) filmi bugüne kadarki İran filmlerinden oldukça farklı bir görünüm sergiliyor. Ali Ahmadzadeh'nin filmi Tahran'daki uyuşturucu trafiğine el atıyor. Hem bakım merkezindekilere yaptığı keki sunan, hem türlü türlü otları satan, su içer gibi içki içen özgür kadın arkadaşlarıyla belli ölçüde zaman geçiren bir tuhaf karakterin kabaca bir gecesini ele alıyor. Öyle ki bir noktadan sonra adamın doktor olduğunu görüyoruz. Hani önce hasta edip sonra iyileştiren diye bir deyiş vardır ya onun karşılığı gibi bir adam bu. Sansüre takılmamak için türlü yaratıcılıklar deneyen o kadar İran filminden sonra böyle bir filme biraz şaşırdım doğrusu, filmden çıktıktan sonra hemen filmin lokasyonuna baktım, İran ve Almanya diyor. Yani pek çok sahnesi Almanya'da çekilmiş yer yer pek gürültülü ve aslında deneysel denebilecek bir film. Yıldız: * *
Ve sonunda Cannes turnayı gözünden vurmuş, hem tam bir kadın filmine hem bir Fransız filmine, hem de önemli ölçüde tür sinemasının kodlarını kullanan olgun bir filme Altın Palmiye'yi vererek. Bir Düşüşün Anatomisi, ticari/tür sineması ve sanat sinemasının mükemmel bir sentezi.
27 Mayıs'ta ödüller açıklanmadan önceki sabah ödül için adı geçen 5 filmden biriydi Anatomie D'Une Chute ve o filmler arasında Kuru Otlar Üstüne de vardı ama pek çoklarınca Sandra Hüller'in kadın oyuncu ödülünün favorisi olarak görüldüğü festivalde jüri, filme ilişkin kanaatini daha büyük olandan, en büyük olandan, Altın Palmiye'den yana kullanınca, kadın oyuncu ödülü Kuru Otlar Üstüne'nin özellikle bir sekansta devleşen yan rolü Merve Dizdar'a gitti. Ama Bir Düşüşün Anatomisi de Cannes'daki pek çok kişiyi fevkalade sevindirmiş olsa gerek. Bunu yukarıdaki hem...hem...hem bağlacıyla belirttiğim üç maddeyi açarak anlatayım. Birinci olarak Cannes, öyle veya böyle son kertede bir Fransız etkinliği ve Fransız kültürel elitlerinin göz bebeği, bu ödülü bir Fransız'ın almasını neden istemesinler ki? Ki bu, Fransa güçlü bir sinema ülkesi olmasına karşın pek çok zaman mümkün olamıyor. Fransa'da düzenlenen Avrupa Kupası ya da Dünya Kupası'nı Fransa alabiliyor mu? Ya da yıllardır Şampiyonlar Ligi'nde boy gösteren Paris Saint Germain'in kaç tane Avrupa Kupası var? (1 tane, oysa bizim Galatasaray'ın bile 2 tane). Altın Palmiye tarihinde durum o denli vahim olmasa da 1988'den 2023'e kadar sadece 3 tane safkan Fransız filminin 2 tane de Avrupa ortak yapımı Fransız filminin bu ödülü kazanmış olduğu gerçeği var. İkinci olarak tarihte sadece 2 kez kadın yönetmene bahşedilmiş bu ödül radikal demokrat damarın karşılık bulduğu La Croisette'te daha büyük anlamlar taşısa gerek. 2018'de Me Too hareketinin temsilcilerinin Cannes'ın meşhur merdivenlerinde verdiği görüntüden sonraki 4 etkinlikte bir kadına giden 2. Palmiye bu. 2021'de Julia Ducournau'ya giden ödül bence talihsizlikti ve sinema kamuoyunda geniş bir uzlaşı sağlaması mümkün değildi ama Justine Triet'ye giden ödül bu uzlaşıyı rahatlıkla sağlayabilir. Üçüncü olarak da benim yıllar önce Alin Taşçıyan'dan ödünç aldığım, sevdiğim bir ifade var. Cannes ödül vereceği filmin mümkünse müzelik değil seyirlik olmasını ister. Onun da yöntemleri aşağı yukarı bellidir. Bir Düşüşün Anatomisi öyle bir film işte. Aslında üçüncü ve son madde Atilla Dorsay'ın aktardığı bir Fransız yazarın cümlesinde de gizli, yazar film için Fransız sinemasının pek yanaşmadığı mahkeme filmi türünde diyor, yetkin örneklerini Hollywood'un gerçekleştirdiği tür sineması örneği olarak özetleyebiliriz sanırım bu cümleyi.
Film henüz açılış sahnesinden itibaren ilginç bir film olacağının izleriyle dolu. Başrol romancı Sandra bir gazeteci okuruyla kısa görüşme yapmaktadır, o arada merdivenden bir top düşer, harika köpek Snoop (gözetleyen) hamle eder (gerçek adı da Messiymiş bu arada ve kredilerin ilk sırasına konması ne hoştu). Evde misafirleri kaçırmak için müziğin sesini son ses açmak gibi huylara sahip birileri vardır. Nitekim müzik biz izleyicileri de rahatsız edecek düzeyde bir süre çalar, misafir gitmektedir. Daniel ve Snoop karların içinde kısa bir yürüyüşe çıkarlar müzik beynimizi zonklatacak şekilde tekrarlı biçimde çalmaya devam eder, döndüklerinde Daniel'in babası Samuel'in cansız bedeni evin girişindedir. Bu bir kaza mıdır yoksa cinayet mi ya da intihar olabilir mi? Bu gizemli olay filmin merkezine yerleştiriliyor. Ortamda o sırada Sandra dışında kimse yok, işin ilginç yanı olayın bir biçimde tanıdığı olabilecek Daniel de 4 yaşındayken kaza sonucu kör kalmış bir çocuk ama işitme yeteneği üst seviyede. Filmin ikinci yarısı çok büyük oranda mahkeme salonunda geçen bu örnek, senaryonun katman katman açıldığı, bazı yeni unsurlarla ivme kazandığı izleyicinin sanığa bakışını da yer yer değiştirebilecek paraboller çizdiği mükemmel bir psikolojik gerilim olarak tanımlanabilir. Film sinema dilini tazeleyen bazı yönetmenlik tercihleri, bazı işlevsel animasyon kullanımı, yine bazı sahnelerde kamera, ses kayıtlarını kullanışıyla etki gücünü büyütüyor. Film bu yılki Cannes'ın adı konmamış temasının kurmacalığın kendisi hakkında olduğunu tescilliyor adeta... İzleyici olmak, bir izleyici olarak tanık olmak, filmdeki talihsiz çocuk tanık Daniel'in kör olduğu için göremeyip, duydukları ve hatıralarından yola çıkması, biz izleyicilerin de filmin sonlarına kadar, o ölüm anını görmediğimiz sadece bir takım işitsel öğelere maruz kaldığımız için Daniel ile benzer bir konumda olmamız filmi doğrudan sinemanın olanakları ve doğası üzerine de düşünmeye itiyor. Zaten sanığın bir roman yazarı olması yazdıkları ve hayatı arasında aranan paralellikler bir noktadan sonra mahkemeyi de kurmaca üzerine tartışmaların içine çekiyor. Bu nokta oldukça önemli aslında bugün bazı sinema yazarları bile örneğin kurmacanın içindeki kurmacaya, gerçekten kurmacaya geçiş ifadesini kullanabiliyor, ne yazık ki! Kurmaca kurmacadır, kurmacanın içinde başka bir kurmacaya üstkurmaca denir. Hatta Terry Eagleton'ın güzel bir ifadesi vardır, romancı yazdıklarım gerçektir dese, daha ileri gidip altına imzasını atsa bile, yazdığının bir roman (yani kurmaca düzlemi, sinema olarak da düşünülebilir) olması hepsini geçersiz kılar...Tüm anlattıklarımızla birlikte Bir Düşüşün Anatomisi aynı zamanda bir hukuk filmi, demokrasisi oturmuş ülkelerde hukukun nasıl işlediği, işlemesi gerektiğinin de önemli bir örneği oluyor. Kuşkusuz Fransızlar cinsellik, intihar ve hatta ötenazi gibi kavramlara özel önem atfediyorlar. Burada da cinsellik ve intihar önemli bir yer ediniyor. Sandra'nın eşini aldatması, eşinin bilgisi olması, Sandra'nın aynı zamanda biseksüel olması vs. Öyle ki filmde mahkemenin bir ses kaydını dinlediği, bu arada biz izleyicilerin o anlara gözümüzle de tanıklık ettiğimiz Sandra-Samuel tartışma sekansı benzerini Bergman filmlerinde görebildiğimiz çapta Bir Evlilikten Manzaralar örneği ve Triet, Bergman'dan farklı olarak bir sürpriz ekliyor ve ilginç bir işe imza atıyor. Tartışmayı dakikalarca izlettikten sonra görüntüyü kesip kavganın finalinde bizi de sadece işiten ve sadece işittikleriyle yorum yapabilecek filmdeki diğer insanlar ile aynı konuma getiriyor. O sahne aynı zamanda bir Alman olan Sandra ve bir Fransız olan Samuel arasındaki dil tartışmasıyla da ilginç. Samuel, Fransa'da yaşadıklarını ama neden Sandra ile İngilizce konuşmak zorunda olduklarını soruyor. Bu soruya Sandra ben Almanım sen Fransız, orta noktada buluştuk şeklinde cevap veriyor. Bu diyalog bir anlamda filmin tür sineması ve sanat sineması arasında bir sentez olduğunun dilde ifası değil de nedir?
27 Mayıs'taki ödül gecesinde Merve Dizdar'ın eleştirisinden daha fazlasını üstelik doğrudan adres göstererek -Fransız hükümeti- yüksek perdeden dile getiren ve bizdekinin aksine daha olgunlukla karşılanan Justine Triet'nin bundan sonra yapacağı filmler daha bir merakla beklenecektir. Bir önceki filmi Sibyl için 2019'da yazdığıma baksanıza!
...Keza Justin Triet'nin Sibyl'ını ele alalım. Bugün ile geçmiş arasında oldukça sert bir kurgu anlayışıyla mekik dokuyan film, orta yaşlı psikolog bir kadının aşk acıları, bazı hastalarıyla diyalogları ve içinde bulunduğu bir film setindeki komikliklerden bir kolaj oluşturmuş, baş karakterin zihnini takip etmesi açısından bir yönüyle biçem denemesi olarak görülse de yine de sözü olan bir film demek zor...
Bir Düşüşün Anatomisi'nin finalindeki müzik.
Yıldız: * * * * *
Geçen sene çocuklukta yeşeren dostluklar, ondan önceki sene kadın özgürlüğü teması pek çok filmde karşımıza çıkan Cannes'da bu sene ortak bir tema varsa herhalde sinemanın en nihayetinde kurmaca olduğu, yaratıcısının hayallerini perdeye taşıdığı gibi bir şey olsa gerek. Böyle filmlerin sayısındaki son yıllardaki artış şöyle dursun bu sene o artış daha da görünür olmuş. Aki Kaurismaki'nin sinemaya türlü türlü referanslarla dolu mütevazi başyapıtı Kuolleet Lehdet, Nanni Moretti'nin önemli bir bölümü film çekim ortamında geçen Il Sol Dell'Avvenire'si. Catherine Breillat'nın bizi ana karakterin fantezi dehlizine götüren L'Ete Dernier'i, Kaouther Ben Hania'nın bir tür sahte belgesel olan Les Filles D'Olfa'sı. Az da olsa video görüntülerini filme eklemleyen Win Wenders'ın Perfect Days'i ama esas görece zayıf bir yılda neden yarışmaya alınmadığı bir muamma olan ve hemen her şeyin video gösterisine dönüşmeye çalıştığı bir dünyayı resmeden Amat Escalante'nin Perdidos En La Noche'si ilk akla gelenler, elbette geçtiğimiz haftalarda izlediğimiz Nuri Bilge Ceylan'ın Kuru Otlar Üstüne'si de bu grupta.
En anlamlı filmler solduyu sahibi olanlardan, Ken Loach ve Aki Kaurismaki'den geldi...
87 yaşına ayak basan Ken Loach'un son filmim dediği The Old Oak, gerçekten yönetmenin son filmi olacaksa kuşkusuz bu sinemaya en onurlu vedalardan biri olacaktır. Savaştan kaçıp bir İngiliz kasabasına gelen bir grup Suriyeli aileyi konu alan filmde kasabanın pek çok sakininin bize de çok tanıdık birtakım ırkçı ithamlarına karşın, bir işçi bu aileyle dostluk kuruyor. Ama İngiltere'de mahalle baskısı yok mu sanıyorsunuz, bir yandan iki tarafın da iyi niyetiyle bu dostluk büyürken diğer yandan kötüler kötülüklerini yapmaya devam ediyor. Burada filmin olay örgüsünü anlatmak istemiyorum ama yine çok iyi örüldüğü bir örnek The Old Oak, öyle ki senaryonun birkaç bağ noktası filmdeki karakterleri de birbirine bağlıyor. Hani bazen hayat için pamuk ipliğiyle bağlıyız denir ya, burada da öyle. Kararında duygusal anları olan The Old Oak'ı kısaca dostluk üzerine bir film olarak da özetleyebiliriz. Bu dostluk, insan, hayvan, pek çok ötekiyi içerisine alacak biçimde olgun bir tavırla ele alınmış. Birkaç yerli yazarın Suriyelileri fazla sütten çıkmış ak kaşık olarak resmediyor şeklindeki görüşüne de katılmadığımı belirtmeliyim. Her toplumda iyi insanlar sayıca az olsa dahi vardır. Üstelik film savaştan kaçanların tarafından hem Suriye rejimine hem Işid'e karşı sözünü de söylüyor ve bence Türkçe çevirisindeki Umudunu Kaybetme söz öbeğinin karşılığını vermesi kadar kötülüğün sıradanlığını çok güzel anlatıyor, kimilerince çok iyi bir film olduğu düşünülen Jonathan Glazer'in The Zone of Interest'inden de daha güzel yapıyor bunu.