31 Ocak 2024 Çarşamba

David Lynch'in Mulholland Çıkmazı'na İlişkin Bir Makalem Yayımlandı

Yok neymiş efendim, Erke Kesova niye Hollywood filmlerini sevmiyomuş da mış da muş da. Kimileriniz niyeyse yıllardır çok laf ettiniz. Alın dostlar size bir Hollywood makalesi, pek de uzunca... 

Makaleye ulaşmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz

Kurucu Anlatı Olarak Hollywood ve Hollywood ile Postmodern Karşılaşmalar Bağlamında Mulholland Çıkmazı Örneği



17 Ocak 2024 Çarşamba

6. Sinefilozofi Dergisi Sinema ve Felsefe Sempozyumu'ndan

 8-10 Aralık'ta Ankara CerModern'de gerçekleşen etkinlikte ben de Andre Gide'in Erken Anlatı (Mise En Abyme) Kavramının  Sinemadaki Olanakları Açısından Bergman Adası'nı Değerlendirmek adlı çalışmamı sundum. 


26 Aralık 2023 Salı

Zeki Demirkubuz'dan Güçlü Dönüş

Son filmi Hayat, bazı fazla uzun sahneleri ve dolayısıyla uzun süresi olmasa yönetmenin başyapıtı diyebileceğimiz bir bütünlüğe sahip.

2007 senesinde ilk kez bir Demirkubuz filmi izlemiş ve ilginç bulmuştum. Bir festival kapsamında sinemada izlediğim bu film yönetmenin son filmi Kader'di. Bunun üzerine en iyi filmi olarak addedilen Masumiyeti de bir dvd dükkanından satın almış izlemiştim. Yönetmenin dünyası ilgimi çekmişti bir kere, ardından İtiraf, sonra kızının da ismi olan Yazgı (en iyi filmi olduğunu düşünüyordu) ardından en sevdiklerimden Bekleme Odası sonra ilk filmi C Blok derken tesadüf bu ya o dönem okuduğum Dostoyevski'nin Ev Sahibesi novellasını andırdığını düşündüğüm Üçüncü Sayfa... Her gün dvd satıcısına uğrayan ben bir Demirkubuz filmi alıp izliyordum. Demirkubuz'un tüm filmlerini bir haftada tüketmiş kafamda birkaç filmini izlediğim Nuri Bilge Ceylan ile kıyaslamaya başlamıştım. O dönemler Ceylan'a kıyasla edebiyatla bağı daha güçlü ve daha iyi senaryolar yazdığını düşündüğüm Demirkubuz bir roman uyarlaması olan Kıskanmak, Yeraltı sonra Bulantı gibi filmleriyle sinemasında bir düşüş yaşadı. Kimileri Yeraltı'nın da iyi bir film olduğunu söylese de ben pek o kanaatte değildim -ki blogta kısa bir festival yazısı da mevcuttur. Nitekim yönetmen 7 yıllık bir suskunluğun ardından Hayat ile en iyi filmlerinden birine imza atıyor. Hicran adlı bir kız, yaşıtı sayılabilecek Rıza ile 2 kez görüştü(rüldü)kten sonra İstanbul'a kaçar. Yani temiz yüzlü, işinde gücündeki Rıza'yı beğenmez, bu görücü usulü evlilik ona göre değildir ama böyle bir evliliktense İstanbul'da hayat kadınlığı daha mı caziptir? Bir süre sonra Rıza perişan ! onu aramaya koyulur... Filmin ilk yarısı Rıza'nın ikinci yarısı ise Hicran'ın hikayesi aslında ve pek çok karakter var filme dahil olan. Film büyük ölçüde gündelik dilde ve çok zaman etkileyici diyaloglardan meydana geliyor, gerçekten ilginç diyaloglar var filmde, ülkemizin hal-i pür-melalini ortaya koyan. Daha önemlisi Hayat, ülkemizin kadınlarına ilişkin de önemli gözlemler ve çözümlemeler içeren bir film, belki ilk başta Demirkubuz'un kadın düşmanlığı yaptığını düşünenler de olacaktır ama yönetmenin kıvrak senaryosu ve olgun bakışıyla anlamlı bir fotoğraf çektiğini ve kimseye bir düşmanlık beslemediğini düşünüyorum. Tüm oyuncular çok başarılı, özellikle birkaç sahnede oldukça başarılı bir görüntü yönetmenliği, kendi sinemasının alamet-i farikalarını (açılan kapanan kapı, televizyonda film izleyen insanlar) tazeleyen bakışı da ayrıca değerli ve filmde rüya leitmotivi var ki, gerçekten film bittiğinde bravo ! dedirten cinsten. Hele filmin sonlarına doğru Rıza ve Hicran'ın çay bahçesinde buluştuğu sahne, Rıza'nın tavrı, François Ozon'un, Christian Petzold'un filmlerinde gördüğümüz şıklıkta. Evet Demirkubuz, bazı sahnelerin süresini biraz daha kısa tutsa daha da vurucu bir film olabilirmiş Hayat ama bu haliyle de kesinlikle izlemeye ve üzerine düşünmeye fazlasıyla değer... Evet gençliğimizin Demirkubuz'u geri döndü, hatta belki 60 yaşına varan hayat tecrübesinin katkısıyla ermiş bir seviyede. Kutlu olsun !

Yıldız: * * * *

4 Aralık 2023 Pazartesi

Asya'dan İki Film, Biri Japonya'dan Diğeri İran'dan...

Geçtiğimiz hafta biri Başka Sinema kapsamında diğeri İstanbul Modern'de iki film izledim. İlki dünya sinemasının yükselen değeri dediğim Ryusuke Hamaguchi'nin Aku Wa Sonzai Shinai (Kötülük Diye Bir Şey Yok) adlı son çalışmasıydı. Viktor Apalaçi'nin aktardığına göre Nuri Bilge Ceylan'ın sıkılıp sonunu getiremeden salondan çıktığı söylenen o film... Yönetmen Drive My Car ile Oscar ödülü de alınca, adeta şerit değiştirmiş, bırakın Oscar'da bir şey almasını (ihtimal dahi yok), Venedik'te aldığı ödüller bile sürpriz olarak değerlendirilebilir. He ! bu filmi kötü mü yapar, asla ama şunu söyleyebiliriz, yönetmenin bugüne kadarki en muğlak hatta ağırbaşlı filmi bu. Güzel mi güzel bir köyde kızıyla yaşayan bir baba-kız hikayesi olarak başlıyor. Kapitalistler durur mu hiç; dağı, ormanı ve geyikleriyle bu güzel köye göz koyuyorlar tabii, bir Glamping tesisini hayata geçirmek istiyorlar ama yerliler tarafından bunun ekolojik dengeyi bozacağı da anlaşılıyor, böyle olunca şirketin iki çalışanı o babaya gidiyorlar ve onu yanlarına çekmek için bekçilik teklif ediyorlar, yetmiyor onlardan biriymiş gibi odun kırmaya falan çalışıyorlar. Bir araçsal aklın hafif eleştirisi olarak yorumlanabilecek film finale doğru biraz ivme kazanıyor ve görece vurucu sayılabilecek şekilde bitiyor. Özellikle yerli yerinde müziklerle mevcut şiirselliği destekleyen yönetmenin daha önceki filmlerini bu blogta yazmıştım ve son yazımda yönetmenin imzası niteliğindeki temasının kadın-erkek ilişkilerinde kadının üstünlüğü olduğunu söylemiştim. Aslında burada da az da olsa, iki şirket çalışanı arasındaki diyalog ya da filmin finalinde yapacağı patinajı belirleyenin yine bir dişi olması boşuna değil. Niye doğa ana diyoruz da doğa baba demiyoruz değil mi, daha ileri gidelim anavatan diyoruz da babavatan niye demiyoruz, devam edelim anadil diyoruz da babadil diyenimiz yok. Özetle Hamaguchi'nin diğer filmleri ölçüsünde olmasa da doğurgan doğaya dolayısıyla dişiye hürmet bu filmde de kendini gösteriyor. Yıldız: * * * Locarno Film Festivali'nde Altın Leopar'ı kazanan Mantagheye Bohrani (Kritik Bölge) filmi bugüne kadarki İran filmlerinden oldukça farklı bir görünüm sergiliyor. Ali Ahmadzadeh'nin filmi Tahran'daki uyuşturucu trafiğine el atıyor. Hem bakım merkezindekilere yaptığı keki sunan, hem türlü türlü otları satan, su içer gibi içki içen özgür kadın arkadaşlarıyla belli ölçüde zaman geçiren bir tuhaf karakterin kabaca bir gecesini ele alıyor. Öyle ki bir noktadan sonra adamın doktor olduğunu görüyoruz. Hani önce hasta edip sonra iyileştiren diye bir deyiş vardır ya onun karşılığı gibi bir adam bu. Sansüre takılmamak için türlü yaratıcılıklar deneyen o kadar İran filminden sonra böyle bir filme biraz şaşırdım doğrusu, filmden çıktıktan sonra hemen filmin lokasyonuna baktım, İran ve Almanya diyor. Yani pek çok sahnesi Almanya'da çekilmiş yer yer pek gürültülü ve aslında deneysel denebilecek bir film. Yıldız: * * 

11 Kasım 2023 Cumartesi

Son Derece Etkileyici Bir Fransız Psikolojik Gerilimi

Ve sonunda Cannes turnayı gözünden vurmuş, hem tam bir kadın filmine hem bir Fransız filmine, hem de önemli ölçüde tür sinemasının kodlarını kullanan olgun bir filme Altın Palmiye'yi vererek. Bir Düşüşün Anatomisi, ticari/tür sineması ve sanat sinemasının mükemmel bir sentezi.

27 Mayıs'ta ödüller açıklanmadan önceki sabah ödül için adı geçen 5 filmden biriydi Anatomie D'Une Chute ve o filmler arasında Kuru Otlar Üstüne de vardı ama pek çoklarınca Sandra Hüller'in kadın oyuncu ödülünün favorisi olarak görüldüğü festivalde jüri, filme ilişkin kanaatini daha büyük olandan, en büyük olandan, Altın Palmiye'den yana kullanınca, kadın oyuncu ödülü Kuru Otlar Üstüne'nin özellikle bir sekansta devleşen yan rolü Merve Dizdar'a gitti. Ama Bir Düşüşün Anatomisi de Cannes'daki pek çok kişiyi fevkalade sevindirmiş olsa gerek. Bunu yukarıdaki hem...hem...hem bağlacıyla belirttiğim üç maddeyi açarak anlatayım. Birinci olarak Cannes, öyle veya böyle son kertede bir Fransız etkinliği ve Fransız kültürel elitlerinin göz bebeği, bu ödülü bir Fransız'ın almasını neden istemesinler ki? Ki bu, Fransa güçlü bir sinema ülkesi olmasına karşın pek çok zaman mümkün olamıyor. Fransa'da düzenlenen Avrupa Kupası ya da Dünya Kupası'nı Fransa alabiliyor mu? Ya da yıllardır Şampiyonlar Ligi'nde boy gösteren Paris Saint Germain'in kaç tane Avrupa Kupası var? (1 tane, oysa bizim Galatasaray'ın bile 2 tane). Altın Palmiye tarihinde durum o denli vahim olmasa da 1988'den 2023'e kadar sadece 3 tane safkan Fransız filminin 2 tane de Avrupa ortak yapımı Fransız filminin bu ödülü kazanmış olduğu gerçeği var. İkinci olarak tarihte sadece 2 kez kadın yönetmene bahşedilmiş bu ödül radikal demokrat damarın karşılık bulduğu La Croisette'te daha büyük anlamlar taşısa gerek. 2018'de Me Too hareketinin temsilcilerinin Cannes'ın meşhur merdivenlerinde verdiği görüntüden sonraki 4 etkinlikte bir kadına giden 2. Palmiye bu. 2021'de Julia Ducournau'ya giden ödül bence talihsizlikti ve sinema kamuoyunda geniş bir uzlaşı sağlaması mümkün değildi ama Justine Triet'ye giden ödül bu uzlaşıyı rahatlıkla sağlayabilir. Üçüncü olarak da benim yıllar önce Alin Taşçıyan'dan ödünç aldığım, sevdiğim bir ifade var. Cannes ödül vereceği filmin mümkünse müzelik değil seyirlik olmasını ister. Onun da yöntemleri aşağı yukarı bellidir. Bir Düşüşün Anatomisi öyle bir film işte. Aslında üçüncü ve son madde Atilla Dorsay'ın aktardığı bir Fransız yazarın cümlesinde de gizli, yazar film için Fransız sinemasının pek yanaşmadığı mahkeme filmi türünde diyor, yetkin örneklerini Hollywood'un gerçekleştirdiği tür sineması örneği olarak özetleyebiliriz sanırım bu cümleyi.

Film henüz açılış sahnesinden itibaren ilginç bir film olacağının izleriyle dolu. Başrol romancı Sandra bir gazeteci okuruyla kısa görüşme yapmaktadır, o arada merdivenden bir top düşer, harika köpek Snoop (gözetleyen) hamle eder (gerçek adı da Messiymiş bu arada ve kredilerin ilk sırasına konması ne hoştu). Evde misafirleri kaçırmak için müziğin sesini son ses açmak gibi huylara sahip birileri vardır. Nitekim müzik biz izleyicileri de rahatsız edecek düzeyde bir süre çalar, misafir gitmektedir. Daniel ve Snoop karların içinde kısa bir yürüyüşe çıkarlar müzik beynimizi zonklatacak şekilde tekrarlı biçimde çalmaya devam eder, döndüklerinde Daniel'in babası Samuel'in cansız bedeni evin girişindedir. Bu bir kaza mıdır yoksa cinayet mi ya da intihar olabilir mi? Bu gizemli olay filmin merkezine yerleştiriliyor. Ortamda o sırada Sandra dışında kimse yok, işin ilginç yanı olayın bir biçimde tanıdığı olabilecek Daniel de 4 yaşındayken kaza sonucu kör kalmış bir çocuk ama işitme yeteneği üst seviyede. Filmin ikinci yarısı çok büyük oranda mahkeme salonunda geçen bu örnek, senaryonun katman katman açıldığı, bazı yeni unsurlarla ivme kazandığı izleyicinin sanığa bakışını da yer yer değiştirebilecek paraboller çizdiği mükemmel bir psikolojik gerilim olarak tanımlanabilir. Film sinema dilini tazeleyen bazı yönetmenlik tercihleri, bazı işlevsel animasyon kullanımı, yine bazı sahnelerde kamera, ses kayıtlarını kullanışıyla etki gücünü büyütüyor. Film bu yılki Cannes'ın adı konmamış temasının kurmacalığın kendisi hakkında olduğunu tescilliyor adeta... İzleyici olmak, bir izleyici olarak tanık olmak, filmdeki talihsiz çocuk tanık Daniel'in kör olduğu için göremeyip, duydukları ve hatıralarından yola çıkması, biz izleyicilerin de filmin sonlarına kadar, o ölüm anını görmediğimiz sadece bir takım işitsel öğelere maruz kaldığımız için Daniel ile benzer bir konumda olmamız filmi doğrudan sinemanın olanakları ve doğası üzerine de düşünmeye itiyor. Zaten sanığın bir roman yazarı olması yazdıkları ve hayatı arasında aranan paralellikler bir noktadan sonra mahkemeyi de kurmaca üzerine tartışmaların içine çekiyor. Bu nokta oldukça önemli aslında bugün bazı sinema yazarları bile örneğin kurmacanın içindeki kurmacaya, gerçekten kurmacaya geçiş ifadesini kullanabiliyor, ne yazık ki! Kurmaca kurmacadır, kurmacanın içinde başka bir kurmacaya üstkurmaca denir. Hatta Terry Eagleton'ın güzel bir ifadesi vardır, romancı yazdıklarım gerçektir dese, daha ileri gidip altına imzasını atsa bile, yazdığının bir roman (yani kurmaca düzlemi, sinema olarak da düşünülebilir) olması hepsini geçersiz kılar...
Tüm anlattıklarımızla birlikte Bir Düşüşün Anatomisi aynı zamanda bir hukuk filmi, demokrasisi oturmuş ülkelerde hukukun nasıl işlediği, işlemesi gerektiğinin de önemli bir örneği oluyor. Kuşkusuz Fransızlar cinsellik, intihar ve hatta ötenazi gibi kavramlara özel önem atfediyorlar. Burada da cinsellik ve intihar önemli bir yer ediniyor. Sandra'nın eşini aldatması, eşinin bilgisi olması, Sandra'nın aynı zamanda biseksüel olması vs. Öyle ki filmde mahkemenin bir ses kaydını dinlediği, bu arada biz izleyicilerin o anlara gözümüzle de tanıklık ettiğimiz Sandra-Samuel tartışma sekansı benzerini Bergman filmlerinde görebildiğimiz çapta Bir Evlilikten Manzaralar örneği ve Triet, Bergman'dan farklı olarak bir sürpriz ekliyor ve ilginç bir işe imza atıyor. Tartışmayı dakikalarca izlettikten sonra görüntüyü kesip kavganın finalinde bizi de sadece işiten ve sadece işittikleriyle yorum yapabilecek filmdeki diğer insanlar ile aynı konuma getiriyor. O sahne aynı zamanda bir Alman olan Sandra ve bir Fransız olan Samuel arasındaki dil tartışmasıyla da ilginç. Samuel, Fransa'da yaşadıklarını ama neden Sandra ile İngilizce konuşmak zorunda olduklarını soruyor. Bu soruya Sandra ben Almanım sen Fransız, orta noktada buluştuk şeklinde cevap veriyor. Bu diyalog bir anlamda filmin tür sineması ve sanat sineması arasında bir sentez olduğunun dilde ifası değil de nedir?

27 Mayıs'taki ödül gecesinde Merve Dizdar'ın eleştirisinden daha fazlasını üstelik doğrudan adres göstererek -Fransız hükümeti- yüksek perdeden dile getiren ve bizdekinin aksine daha olgunlukla karşılanan Justine Triet'nin bundan sonra yapacağı filmler daha bir merakla beklenecektir. Bir önceki filmi Sibyl için 2019'da yazdığıma baksanıza!

...Keza Justin Triet'nin Sibyl'ını ele alalım. Bugün ile geçmiş arasında oldukça sert bir kurgu anlayışıyla mekik dokuyan film, orta yaşlı psikolog bir kadının aşk acıları, bazı hastalarıyla diyalogları ve içinde bulunduğu bir film setindeki komikliklerden bir kolaj oluşturmuş, baş karakterin zihnini takip etmesi açısından bir yönüyle biçem denemesi olarak görülse de yine de sözü olan bir film demek zor...

                                                    Bir Düşüşün Anatomisi'nin finalindeki müzik. 


 

Yıldız: * * * * *

3 Kasım 2023 Cuma

Sinematek'te Filibus Gecesi

1914 yılında İzmir'de dünyaya gelen Henri Langlois'nın 1936 yılında Fransa'da öncü olduğu bir kültür sinematekler. Türkiye'de 1965 yılında Onat Kutlar sinematekin öncüsü oluyor. 1980 darbesinde kapanıyor. Şimdi Kadıköy'de yaşıyor. 

Sinematek Sinemaevi; Filmekimi ve İstanbul Film Festivali gibi etkinliklere ev sahipliği yapmanın yanı sıra yıl boyu belli temalar, yönetmenler, ülkeler retrospektifi gerçekleştiriyor, hem de her filmin farklı haftalarda en az 3 gösterimi oluyor ve program yaklaşık 3 aya yayılıyor, az şey değil. O bitiyor ardından başka bir 3 aylık program başlıyor, neredeyse yazın ortasına kadar sürüyor. Valla benden şapka ! Bu etkinlikler içerisinde bir de Sessiz Perşembe oluyor, sessiz dönemin saklı kalmış mücevherleri bulunuyor, sinema perdesinde tıpkı o dönemin izleme pratiği gibi canlı müzik eşliğinde karşımıza geliyor...2 Kasım akşamı saksafonda Tamer Temel ve piyanoda Selen Gülün'ün olduğu Mario Rancoroni'nin yönetmenliğini yaptığı Giovanni Bertinetti'nin senaryosunu yazdığı 
1915 yapımı bir İtalyan filmi olan Filibus'un gösterimi için perdenin dışındaki ve içindeki tüm sanatçılara da benden ayrı bir şapka ! 

Peki o zaman bu Filibus kim? Filibus, kılıktan kılığa giren gizemli bir hırsız. Valeria Creti'nin canlandırdığı (tanıyan var mıdır?) Filibus, diğer tarafta Giovanni Spano'nun canlandırdığı dedektif ve başka birkaç oyuncu daha var. Hikaye bu gizemli hırsız Filibus'un kim olduğu sorusu etrafında dönüyor. Tabii Filibus ve biz izleyiciler biliyoruz da, dedektif işi bu ya, bu gizemli hırsızı bulmak için türlü yollara başvuruyor. Amma yavuz hırsız ev sahibini öyle bir bastırıyor ki sormayın gitsin! Dedektif suçluyu ararken ha bire suçlu olarak kendisiyle karşılaşıyor. Sonunda yarım bir zaferle (o da tartışılır) Filibus'tan kurtuluyor ve Filibus yeni maceralara yelken açıyor. Filmin mizansen tasarımı; mimik ve jest kullanımı, objeleri, ışığı kullanma şekli o günkü teknik şartları da göze alırsak mükemmel, 76 dakika için hem yarattığı ritim, hem gelişim aşamaları açısından ustalıklı bir senaryoya sahip. 5 bölümden oluşan film bir an bile dikkati dağıtmıyor, özellikle 2.bölümden itibaren. Ayrıca kamera-fotoğraf kaydının gücüne dikkati çeken ilginç bir sahneye de sahip... Sessiz dönem film izleme pratiğini yerinde görme şansı sunan örneğin dikkat çekici noktalarından biri de hem arayazılar hem da kullandığı bazı gazete küpürlerinin İngilizce olması, gazetenin adı İtalyanca ama altında yazanlar İngilizce. Burda henüz sinemada dil problemi ortaya çıkmadan önce çok kısa yazıları ortak dil (o dönemde dahi artık İngilizce) ile çözüme kavuşturduklarını düşündüm ama filmin orijinalinde bu yazılar Flemenkçeymiş, bizim izlediğimiz kopyasında İngilizce. Ayrıca bir noktada sinemayla entelektüel olarak ilgilenenler için sinemaya yapıldığı rivayet edilen iki ihanetin üzerine düşünme fırsatı veriyor böyle filmler.

Birincisi Batı'da Rudolf Arnheim başta olmak üzere çeşitli kuramcıların (bizde Nijat Özön örnek verilebilir) bir savı vardır, önce sinemaya sesin girişi akabinde diyalogların artışı sinemanın gücüne ket vurur, sinema öncelikle görsel-hareketli bir medyumdur, bu yanını özenle koruması yaratıcılığı tetikleyecektir. Gerçekten teknik yetersizliklerin yüksek olduğu bir dönemde Filibus örneği, sinemanın yoksunluklar içindeki olanaklarının büyüklüğünü gösteriyor. Sinemaya rivayet edilen diğer ihanet ise Hollywood'un sinemada bir gelenek yaratmanın öncüsü olurken klasik-kurucu anlatıyı yıllarca ana akım anlatı olarak kabul ettirmiş olması -ki sonra ona savaş açanlar modern anlatı geleneğini yarattı. Kimilerine göre sinema varoluşu gereği zaten moderndi, klasiğe neden dönüldü. Ve Filibus örneğinde de görüldüğü gibi modern anlatının izleri o yıllarda dahi var. Filibus bir hırsız kim filmi olmasına karşın, daha filmin başında hırsızın kim olduğunu gösteriyor, film boyunca bu merak unsuru yerine Filibus ve dedektif arasındaki kedi-fare oyununa Filibus'un kurnazlıklarına ve ayrıntıları nasıl incelikle ele aldığına odaklanıyoruz ve dikkat, bunu yapan bir kadın, yıl 1915.

Yıldız: * * * * *

23 Ekim 2023 Pazartesi

Filmekimi Yine Dopdolu Salonlarda İzleyicilerle Buluştu

Geçen sene çocuklukta yeşeren dostluklar, ondan önceki sene kadın özgürlüğü teması pek çok filmde karşımıza çıkan Cannes'da bu sene ortak bir tema varsa herhalde sinemanın en nihayetinde kurmaca olduğu, yaratıcısının hayallerini perdeye taşıdığı gibi bir şey olsa gerek. Böyle filmlerin sayısındaki son yıllardaki artış şöyle dursun bu sene o artış daha da görünür olmuş. Aki Kaurismaki'nin sinemaya türlü türlü referanslarla dolu mütevazi başyapıtı Kuolleet Lehdet, Nanni Moretti'nin önemli bir bölümü film çekim ortamında geçen Il Sol Dell'Avvenire'si. Catherine Breillat'nın bizi ana karakterin fantezi dehlizine götüren L'Ete Dernier'i, Kaouther Ben Hania'nın bir tür sahte belgesel olan Les Filles D'Olfa'sı. Az da olsa video görüntülerini filme eklemleyen Win Wenders'ın Perfect Days'i ama esas görece zayıf bir yılda neden yarışmaya alınmadığı bir muamma olan ve hemen her şeyin video gösterisine dönüşmeye çalıştığı bir dünyayı resmeden Amat Escalante'nin Perdidos En La Noche'si ilk akla gelenler, elbette geçtiğimiz haftalarda izlediğimiz Nuri Bilge Ceylan'ın Kuru Otlar Üstüne'si de bu grupta.

En anlamlı filmler solduyu sahibi olanlardan, Ken Loach ve Aki Kaurismaki'den geldi... 

87 yaşına ayak basan Ken Loach'un son filmim dediği The Old Oak, gerçekten yönetmenin son filmi olacaksa kuşkusuz bu sinemaya en onurlu vedalardan biri olacaktır. Savaştan kaçıp bir İngiliz kasabasına gelen bir grup Suriyeli aileyi konu alan filmde kasabanın pek çok sakininin bize de çok tanıdık birtakım ırkçı ithamlarına karşın, bir işçi bu aileyle dostluk kuruyor. Ama İngiltere'de mahalle baskısı yok mu sanıyorsunuz, bir yandan iki tarafın da iyi niyetiyle bu dostluk büyürken diğer yandan kötüler kötülüklerini yapmaya devam ediyor. Burada filmin olay örgüsünü anlatmak istemiyorum ama yine çok iyi örüldüğü bir örnek The Old Oak, öyle ki senaryonun birkaç bağ noktası filmdeki karakterleri de birbirine bağlıyor. Hani bazen hayat için pamuk ipliğiyle bağlıyız denir ya, burada da öyle. Kararında duygusal anları olan The Old Oak'ı kısaca dostluk üzerine bir film olarak da özetleyebiliriz. Bu dostluk, insan, hayvan, pek çok ötekiyi içerisine alacak biçimde olgun bir tavırla ele alınmış. Birkaç yerli yazarın Suriyelileri fazla sütten çıkmış ak kaşık olarak resmediyor şeklindeki görüşüne de katılmadığımı belirtmeliyim. Her toplumda iyi insanlar sayıca az olsa dahi vardır. Üstelik film savaştan kaçanların tarafından hem Suriye rejimine hem Işid'e karşı sözünü de söylüyor ve bence Türkçe çevirisindeki Umudunu Kaybetme söz öbeğinin karşılığını vermesi kadar kötülüğün sıradanlığını çok güzel anlatıyor, kimilerince çok iyi bir film olduğu düşünülen Jonathan Glazer'in The Zone of Interest'inden de daha güzel yapıyor bunu. 
Aki Kaurismaki ise Kuolleet Lehdet ile Le Havre'dan bu yana en iyi filmini gerçekleştiriyor. Kaderin cilvesi mi desek, yoksa insanın ve o insanın kurduğu devletlerin işleyiş mantığımı? Radyoda bitmek bilmez bir Rusya-Ukrayna savaşı var. Daha acısı İsrail'in Gazze'de hastane vurduğu ve böyle bir barbarlık nasıl mümkün olabilir dediğimiz günlerde Rusya'nın da Ukrayna'da hastane vurmuş olduğunu öğreniyoruz. Diğer yanda altı özellikle çizilen işçi sınıfından iki birey ve onların sinema sevgisini de içine alan aşkları var... Film, insanlar arasındaki en naif ilişkilerde karşımıza çıkan mükemmel ayrıntılarla örülmüş, ağırbaşlı bir rom-com olarak anılsa yeridir. 
Kuşkusuz Kaurismaki'nin dünyası biraz masalsıdır, daha yerinde bir ifadeyle şairane gerçekçiliğe yakındır. Bu yüzden günümüz izleyicisi yadırgayabilir böyle bir dünyayı, böyle bir aşkı, yeterince gerçekçi bulamayabilir ama böyle bir aşka yüreği daha güzel bir dünya için çarpan kim kayıtsız kalabilir ki! Kim böyle bir aşkın içinde olmak istemez ki! Aslında bir noktada Sait Faik'in Alemdağ'ında Var Bir Yılan öyküsünden hatırladığımız o cümlenin özeti film. Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey diyordu yazar. İşte orada bitiriyor bu güzel filmi Kaurismaki, muhtemelen bir çoğumuz da o kadarını biliyoruz cümlenin, o bölümün tamamı ise şu şekilde: Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor. Etkinliğin diğer bir başarılı filmi de Matteo Garrone'nin Venedik'ten En İyi Yönetmen ödülüyle dönen Io Capitano. O da belki yönetmenin Gomorra'dan sonraki en etkileyici filmi. Epik olarak adlandırılabilecek bu film, Senegal'den İtalya'ya göçmeye çalışan iki gencin hikayesi. Çölden, Akdeniz'e uzanan acı ve şiddet dolu bu yolculukta, sırasıyla Nijerya, Libya geçiliyor ve hikaye Sicilya'da son buluyor. İzleyenler bilir Türkiye'de Tenere adlı bir belgesel izlemiştik. Io Capitano o belgeselin kurmaca hali gibi. Çölde ve denizdeki zorlu sahnelerin çekimindeki başarısıyla ön plana çıkarken Afrika halklarının makus talihi yürek dağlıyor... Diğer bir İtalyan filmi ise İtalyan sinemasının yaşayan en önemli isimlerinden biri olan Nanni Moretti'den geliyor. Sovyet döneminde İtalyan Komünist Partisi'nin Sovyetlerin işgalci tutumu üzerine bir film yapma denemesi türlü engellere takılıyor, bir yandan sektörün ondan bekledikleri, bir yandan Netflix ve yükselişteki Kore hegemonyası belli ki Moretti'yi bıkmış usandırmış. Zaten 2 yıl önce Altın Palmiyeli Titane'ı izleyip artık yaşlanıyorum diyen de aynı Moretti değil miydi? Film yönetmenin çaresizliğinin filmi oluyor ve bizlere el sallayarak son buluyor. 70 yaşındaki yönetmenin özdüşünümsel vedası olarak özetleyenler de çıkacaktır
 Il Sol Dell'Avvenire'i. Amat Escalante ise Perdidos En La Noche ile bir kez daha ekonomi-politiğin alanına giriyor. Bir maden yatağına inşa edilen lüks yalı ve devlet desteğiyle üzeri örtülen suçlar, her şeye karşın az da olsa vicdan sahibi insanlar ve her deneyimin seksten, intihara kadar gösterim toplumunun aparatı olduğu bu dünya başarılı bir şekilde perdeye geliyor. Etkinliğin Fransız kadın yönetmenlerinden biri olan Catherine Corsini'nin Le Retour adlı filmi ise siyahi olmak, beyaza hayranlık, cinsel kimlik gibi konuları bir potada eritirken sürükleyici dili gerisinde bu meseleler üzerine düşünme fırsatı veren bir metne ve bazı sahnelerde devleşen genç kadın oyunculara sahipken diğer bir Fransız kadın yönetmeni etkinliğin herhalde en provokatif filmlerinden birine imza atıyordu. Catherine Breillat'ın L'Ete Dernier'i. Onu da sona sakladım. 
Orta yaşa gelmiş, işinde başarılı bir kadının eşinin önceki eşinden olan ergenliğin içindeki oğluyla yasak aşkı, kimi festival izleyicisinin korkunç! nidalarıyla son buldu. Film bilinçli olarak erotizmi perdeye getirmekten kaçınan, kadın ana karakterin baş bölgesine bizleri yakınlaştırmaya çalışan bir estetik tutturuyor. Film boyunca yaşananların gerçekliğine inansak da, son sahnesiyle beraber, kadının fantezilerini izlediğimiz duygusu sanki ağır basıyor, finaldeki şarkının sözleri de bunu doğruluyor. Peki aksini düşünelim. Filmin evreninde gerçekten böyle bir ilişki yaşandı, o da en nihayetinde filmin kadın yönetmeninin fantezisi olmayacak mıydı? Biraz olsun rahatlayanlar için kötü haber ! Bu örtük üstkurmaca her ne kadar kimileri tarafından görmezden gelinse de bu yılki Cannes'ın en devrimci filmlerinden biri. Elbette yine en iyi şekilde Fransızların kotaracağı türden bir film. Cinsellik, ensest, rıza, kadın bedeninin teşhiri gibi kavramları tartışmaya açarken, muhafazakar ahlakı olduğu kadar kendilerini de sarsıcı bir noktadan sorgulama fırsatı veriyor izleyicisine. Aslında internette kısa bir araştırmayla yönetmenin bu konularda nam saldığını görüyorsunuz... Tanıyan tanıyor ama tanımayan da çok yönetmeni. O zaman bir teşekkür de 2007'den sonra ilk kez yönetmeni yarışmaya alan Cannes ve sonra Filmekimi'ne...

Geleneksel Yıldız Tablosu

The Old Oak * * * *

Kuolleet Lehdet * * * *

L'Ete Dernier  * * * *

Perdidos En La Noche * * *

Io Capitano * * * 

Il Sol Dell'Avvenire  * * *

Le Retour  * * *

Le Passion De Dodin-Bouffant * *

Rapito  * *

The Zone of Interest  * *

Les Filles D'Olfa  * *

Perfect Days  * *

30 Eylül 2023 Cumartesi

Nuri Bilge Ceylan'dan Yarı Politik Bir Şaheser

Kuru Otlar Üstüne, Ceylan'ın Merkez-Taşra/Batı-Doğu gerilimi izleğini devam ettirirken bu kez o Doğu'nun ülkenin daha yakıcı gerçeklerine denk düştüğü bir tablo var karşımızda. Kuru Otlar Üstüne, Ceylan'ın ilk kez doğrudan politik konulara temas ettiği bir film olmasının yanı sıra muhteşem bir dramaturjiye sahip, daha ileri gidelim çekinmeden söyleyelim yönetmenin senaryosu en güçlü filmi... O kadar önemli mi bilemem ama uzun süresine rağmen yönetmen Oscarlar'da ikinci kez 'shortlist'e kalırsa şaşırmamalıyız... 

Ceylan sinemasının şayet bir yumuşak karnı varsa, o senaryodur. Böyle söylemek ne kadar doğrudur tartışılır elbet, uzun yıllardır ülkesinin en iyi filmlerini yapmış bir yönetmen için bazı zayıf yönleri de vardı demek biraz meyvalı ağacı taşlamak değil midir? Ama bu konuda kendi ifadeleri de var, taa 1997 yılında gerçekleştirdiği Kasaba'dan, 1999 yılındaki Mayıs Sıkıntısı'ndan sonra en çok zorlandığı kısmın filmin senaryo aşaması olduğunu kendisi ifade ediyor. Daha sonraki filmleri Uzak ve İklimler için de benzer yorumları biz yapabiliriz ve aslında İklimler sonrası Ceylan sineması yönetmenin biraz da bu eksikliğin üzerine üzerine bilinçli olarak gitmesinin tarihidir, olay örgüsü hattının daha belirgin olarak ön plana çıktığı diyalogların sürekli arttığı, hatta sine-romana dönüşen bir estetiğin ortaya çıkışı... Evet Kuru Otlar Üstüne bu sürecin bir devamı aslında ama artık karşımızda Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı ayarında bir sine-roman yok. Olay örgüsüyle, karakter tasarımıyla, diyaloglarıyla ve yarattığı ritim duygusuyla ilk kez kendi yatağında bu kadar doğal akan bir sinema var. Evet ben artık sine-roman demiyorum düpedüz sinema bu, sinemanın ta kendisi. Karakterlerin psikolojik boyutu da çok ustalıklı biçimde perdeye geliyor. Bu film özelinde yönetmen ilk kez bu kadar yetkin kadın karakter çözümlemelerine ulaşmış. Nuray 
(Merve Dizdar) ve çocuk oyuncu Sevim'in (Ece Bağcı) karakter gelişimi artık basmakalıp tabirle Dostoyevski veya Çehov eserlerindeki karakterler çapında ayrıntılandırılmış. Özellikle Samet (Deniz Celiloğlu - yönetmenin alter egosu) ve Sevim arasındaki ilişkinin biraz muğlak, tartışmaya açık boyutu belki daha çok konuşulacaktır. Filmin politik yanına gelince, burada da açıkça söyleyelim filmin tek başrolü Samet perspektifinden, karamsar ve liberal olarak tanımlanabilecek bir perspektiften olsa dahi bu coğrafyanın kadim sorununa mercek tutmaya çalışan bir yanı var. Filmde altı kalın çizilmese de o sorun Kürt sorunu. Evet Kuru Otlar Üstüne, Kürt sorununa temas eden bir film tıpkı yıllar önce Samet gibi şark görevini yerine getiren bir sınıf öğretmeninin hikayesi olan İki Dil Bir Bavul gibi. Geçtiği bölge, bazı karakterlerin anlatımları, özellikle kimi öğrenciyle bazı diyalogların ardında kalan boşluklar, adını bildiğimiz birkaç öğrenciden birinin isminin Delila olması ve filmin farklı yerlerinde iki kez tekrarlanması boşuna değil, misal filmin yan karakterlerinden İngilizce öğretmeni Nuray filmin bir yerinde şöyle bir cümle kuruyor: Ben mi onlara İngilizce öğretiyorum yoksa onlar mı bana Kürtçe öğretiyorlar. Dahası Nuray da Alevi ve Samet'in aksine açık biçimde sol değerleri benimseyen bir karakter ve ikilinin bir akşam yemeğindeki politik tartışma sahnesi başlangıcından parodik finaline kadar sinema tarihimize geçecektir. Bu sahnede yönetmen filmin tamamına hakim olan gerçekçi anlatımı bilinçli biçimde sekteye uğrattığı bir parça ekliyor. Gördüğüm kadarıyla bu sahneyi yönetmenin sinemasında bir yenilik olarak addeden çok ama izleri Kış Uykusu'nda da görülen, Ahlat Ağacı'nın bütününe nüfuz eden self-reflexive bir anlatım yöntemi bu. Kuru Otlar Üstüne özelinde sadece ani, beklenmedik ve filmin genel dokusuyla bir anlık tezat yarattığı için belki yeni denilebilir evet.

Yıllar önce bir Kış Uykusu yazımda şöyle yazmıştım:

...Kasaba’da kasabayı filme alan yönetmen, Mayıs Sıkıntısı’nda kamerasıyla kasabayı görünür kılan yönetmeni filme alır. Uzak’ta ise aynı yönetmenin İstanbul’daki yaşamını gözler önüne serer. Bu şekilde yönetmen filmlerinde kendini görünür kılmanın yollarını aramaktadır. Kış Uykusu yönetmenin daha önceki filmlerinde yapmak istediğini –sadece bir yönetmenin günlerinin nasıl geçtiğini anlatmaya çalışmaktan– ileri taşır. Yönetmen Kış Uykusu’nu, yönetmenin filmlerini nasıl tasarladığını gösteren bir filme dönüştürür...

Ahlat Ağacı hakkında yazdığım yazıların birindeyse şöyle demiştim. 

...Kış Uykusu için yönetmenin kendine dair, filmlerini nasıl tasarladığına dair bir film yapıyor demiştim ve neredeyse afişler üzerine bir filmdi ya Kış Uykusu... ...gereksiz (?) derecede bu kadar afişi daha önce göremediğinizden ötürü şimdi gözünüze gözüne sokuyorum ki, benim nasıl afişler tasarlayan biri olduğumu artık görün diye yapıyor olabilir mi? 

Aynı filme ilişkin başka bir yazıda ise şöyle: 

İşte Ceylan sinemasında izleri Mayıs Sıkıntısı'na kadar giden bu anlatım yöntemini üst-kurmaca olarak adlandırabiliriz... Elbette yönetmen Kış Uykusu'nda topu izleyiciye biraz fazlaca atıyor, onun film karşısında alabildiğine etken olmasını istiyordu, gerekirse defalarca izlemesini gerektirecek kadar... ...Ahlat Ağacı bu bakımdan daha izleyici dostu bir film. İzleyicinin bir üst-kurmaca içinde olduğunu anlaması için daha açık donelere sahip... 

Tekrar Kuru Otlar Üstüne'ye dönersek bizim izlediğimiz filmin
tek başrolü olarak adlandırdığım ressam ve aynı zamanda fotoğrafçı yönü de olan Samet'in Doğu'nun ücra bir köşesinde tayini öncesi son okul sezonunda yaşadıklarını bize aktarması aslında izlediğimiz onun anlattığı, anlatmak istediğinden ibaret yani izlediğimiz Samet'in kurgusu. Sonuçta film zaten bir noktadan sonra Samet'in üst-sesine dönüşerek yine bir üstkurmaca içinde olduğumuzu ifşa ediyor. Bunu yapmadan önce de Samet evdeki kapıdan çıkıp aslında bir film seti içinde olduğumuzu açıkça ifşa ediyor. Ve böylece Samet ve Nuray arasında yaşananların dahi Samet'in kurgusundan ibaret olabileceğini düşünmek mümkün. Film Samet'in fotoğraf çektiği anlardan sonra bazı insan fotoğraflarını perdeye taşıyor. Oldukça hoş fotoğraflar bunlar. Filmdeki fotoğrafların benzerlerini şu an İstanbul Modern'de devam etmekte olan Nuri Bilge Ceylan: Başka Bir Yerde sergisinde de görmek mümkün. Yine bu fotoğraflarda dikkat çekici bir ortaklık var. Karakterlerin hepsi kadraja bakıyor ve İstanbul Modern'deki bu fotoğrafların yanındaki bir açıklamada Ceylan'ın fotoğraflarında özellikle kadrajla göz temasına önem verdiği yazılmış. Karakterlerin fotoğrafa alındığını bilsin istiyor sanatçı, bir tür fotoğrafın gerçekçiliğini kırmaya yönelik bir hamle bu da ve bu yaklaşım filme sirayet etmiş, örneğin filmin dikkat çekici çocuk karakteri Sevim de filmin final sahnesinde uzun uzun kameraya bakıyor (Samet'in gözüne ya da), işte size bir self-reflexive hamle daha, gözlerden kaçsa da... Ve Sevim karakterinden bahsedince filmin oyuncu ve oyuncu yönetimine de ayrı bir parantez açmak durumundayım. Tüm oyuncular mükemmel performanslar gösterirken Sevim karakteri de sinemamızın en iyi çocuk-teenager kompozisyonlarından birini çiziyor. Benim Michael Haneke'nin Beyaz Bant'ından bu yana gördüğüm en mükemmel çocuk oyuncu kompozisyonu bile olabilir. Film, politik olduğu kadar Ceylan'ın varoluşçu bakışıyla bütünleniyor ve bir insan doğasını anlama-anlamlandırma çabası içine giriyor. Bu bağlamda not alınması gereken pek çok diyalog var, Samet'in o kadar sınavı bu insanlarla uğraşmak için mi geçtik ya da Veteriner Vahit'in (Yüksel Aksu) ben onun danasını iyileştirdim, o benim köpeğimi vurdu? Neden, çünkü insan gibi birçok ilginç diyalog var filmde. Mizah düzeyi de çok güçlü bir film. Birkaç kez kahkaha attığım sahneler var. Son olarak Kuru Otlar Üstüne'nin Kış Uykusu ile beraber yönetmenin en iyi 2 filminden biri olduğu kanaatindeyim ancak diyalogları bir kenara bırakırsak görsel ayrıntılarına Kış Uykusu ölçüsünde dikkat kesilmesi gereken bir yanı olmadığını sanıyorum ve bu anlamda daha izleyici dostu denilebilir. Bu izleyici dostu olma durumu yönetmenin sinemasında İklimler'den bu yana giderek artan bir tempoyla da ilişkili aslında, Kuru Otlar Üstüne'nin ortalama plan süresini şu an ölçme şansımız olmasa da yönetmenin hızlı filmlerinden biri olduğu açık (belki akıcı diyaloglarının da katkısıyla) çünkü gerçekten 3 saat 17 dakikalık süresini hissettirmiyor, Kış Uykusu'ndan dahi daha kısa sürede bitti hissi geçti bana. Mesela saniye bazında İklimler'in ortalama plan uzunluğu 29.03, Üç Maymun 25.62, Bir Zamanlar Anadolu'da 19.80, Kış Uykusu 11.98, Ahlat Ağacı 11.21. Görsel ayrıntıların Kış Uykusu ölçeğinde önemli olmayabileceğini ifade ettik ama dikkat çeken bazı ayrıntılar da var, mesela onlardan biri filmin hangi yılda geçtiğini bilmiyoruz. Nuray'ın arkadaş çevresinin Ankara'da oluşuna ithafen Ankara'daki 10 Ekim 2015 gar patlamasında bacağını kaybettiği düşünülüyor, o dönem Diyarbakır, Suruç ve Ankara'da Kürt hareketi ve Kürt hareketiyle dayanışma içinde olan sol gruplara yönelik 3 bombalı saldırı gerçekleştiğini biliyoruz. Mesela Samet filmin bir yerinde televizyonu açıp kısa süreliğine 2013 yılındaki Galatasaray ve Real Madrid arasında gerçekleşen Şampiyonlar Ligi maçını izliyor. Yönetmen bizi o günlere ışınlıyor yani. Bu maçı izlemesi elbette tesadüf değildir. Benim o sevdiğim sinema kuramcısı Jean Mitry'nin sözündeki gibi: Sanatta tesadüflere yer yoktur, eğer kimilerinin dediği gibi sanat yapıtı biraz da tesadüfün kızıysa sanatçı tesadüfün ta kendisidir. Peki bu maçların (2013'te Galatasaray Real Madrid ile 4 maç oynadı) oynandığı günlerde Türkiye'de neler oluyordu: Çözüm süreci başlamıştı. 

Hamiş

Filmin bazı sahneleriyle aklıma getirdiği başka filmler

Beyaz Bant (Michael Haneke) - Çocuk otorite karşısında

İki Dil Bir Bavul (Orhan Eskiköy-Özgür Doğan) - Kürt coğrafyasında sınıf öğretmenliği

Okul Tıraşı (Ferit Karahan) - Geri kalmış taşra okulları

Kırık Bir Aşk Hikayesi (Ömer Kavur) - Resim öğretmeni karakterin varoluş sancıları

Pas ve Kemik (Jacques Audiard) - Bacağı olmayan kadın karakter (Marion Cotillard) ve onunla sevişen adam. 

Bu blog dışında yararlanılan kaynaklar

Kesova, E. (2018). Kış Uykusu Filminde Türk Aydını İmgesi. TRT Akademi, 3 (5),  164-185.

Özyazıcı, K. (2020). Nuri Bilge Ceylan ve Yavaş Sinema, Sinecine: Sinema Araştırmaları Dergisi, 11 (2), 193-225. DOI: 10.32001/sinecine. 776492

Yıldız: * * * * *